19 Eylül 2013 Perşembe

Isınma Turları

Uzun zamandır buralara uğramamıştım. Yaz aylarında yazmak bana biraz zor geliyor. Ama Eylül ayıyla birlikte dizilerin ve filmlerin yayınlanmaya başlaması ve yeni oyunların piyasaya sürülmesiyle birlikte üzerine yazılacak birçok konu birikmeye başladı. İşbu yazıda son zamanlarda oynadığım birkaç adventure oyunundan kısa kısa bahsedeceğim.

Face Noir

Adından da anlaşılabileceği gibi, Face Noir kara film tadında bir oyun. 1930'larin Amerika'sında, alkolik bir eski polis olan dedektif Jack del Nero'yu kontrol ediyoruz. Oynanış açısından, eğer çok kısa bir iki aksiyon bölümünü saymazsak, tam anlamıyla geleneksel bir point-and-click adventure. Item kullanma ve diyalog üzerinden devam eden hikaye, bana göre biraz ağır ilerliyor. Hatta Face Noir'ı ikinci oyun için yapılmış bir giriş olarak kabul edebiliriz.

Jack del Nero, karanlık ve sisli New York sokaklarında davaların peşinden koşarken (pardon, yürürken demek daha doğru olur çünkü herhangi bir şekilde koşma seçeneğiniz yok), oynayacağınız maymuncukla kilit açma, parçaları birleştirme gibi puzzle'ların yanında, oyunun kendine has bir mantık yürütme bölümü var. Davalarda ilerleme sağlayabilmek için, o ana kadar topladığınız bilgilerin anahtar kelimelerinin bulunduğu bir ekranda, iki ya da üç tanesini birleştirmeniz gerekiyor. Oyun boyunca sık sık karşınıza çıkacak olan bu bölüm şahsen benim hoşuma gitti. Dediğim gibi, hikaye biraz ağır ilerliyor ve bunun bir sebebi de herhangi bir tıkla-git haritanın bulunmayışı. Mekan değiştirmek istediğinizde her seferinde aynı taksi şoförüyle, aynı animasyonu izleyerek konuşmanız gerekiyor. Bu durum da oyunun eksilerinden biri.

Bunların haricinde, mekanlar güzel, diyaloglar çok tekrar içermiyor, arayüz fena sayılmaz, seslendirme ise orta derecede. Senaryosu gerçeklikten doğaüstüne doğru çok ağır bir geçiş içeriyor ve sanırım merkezdeki konuyu ikinci oyunda tam anlamıyla öğrenebileceğiz. Chapter'lı, part'lı oyunlar yerine devam oyunlarını tercih ettiğimden, oyunun sonu konusunda hayal kırıklığına uğramadım, ama esaslı sonları sevenler pek hoşlanmayacaklardır.

Face Noir, boş zamanınız varsa oynayabileceğiniz bir oyun. Fazla aksiyon içermeyen ve sonundan çok şey beklemediğiniz bir oyun arıyorsanız bir bakın derim.

Brothers: A Tale of Two Sons

En son ya Limbo'yu, ya da Botanicula'yı oynarken bu kadar eğlenmiştim! Brothers, her anlamda çok iyi olmasa da "güzel" bir action-adventure. "Güzel" diyorum çünkü oyunda yarattıkları dünya masal gibi. Hafiften Shire'ı andıran harika manzaralar, oturup bu manzaraları izleyebileceğiniz banklar mevcut.

Elbette bu ortamlar oyunun konusu gereği gittikçe karanlıklaşıyor. Brothers'ta da adından anlaşılabileceği gibi iki kardeşi yönetiyoruz, hem de aynı anda. Görevimiz ise, çok hasta olan babamız için uzak diyarlara gidip iyileşmesi için gereken ilacı bulmak. Kardeşlerimizden biri yaşça daha büyük, dolayısıyla da daha güçlü ve cesur. Oyun boyunca birçok atlamalı, zıplamalı, kaçmalı bölüm var ve iki kardeşe aynı anda farklı işler yaptırmamız gereken durumlarla karşılaşıyoruz. Bu anlamda PC platformunda kontrol konusunda sorun yaşamadım diyebilirim. WASD ve sağ ok tuşlarını aynı anda kullanmaya Fahrenheit'tan alışkınım. Fakat oyunun PS3 ve XBox versiyonlarındaki kontrol konusunda bir bilgim yok.

Oyunun bir başka iyi yanı da müzikleri. En az mekanları kadar güzel müzikleri var ve oyun boyunca mekanlara eşlik ediyorlar. Tüm bu artılarının yanında, Brothers'ın eksileri de elbette mevcut. Örnek olarak, bazı bölümlere baştan başlamanızı gerektiren bug'lar verilebilir. İki kardeşi yönlendirirken birbirlerinden çok uzaklaştıramıyorsunuz, panikleyip birbirlerine seslenmeye başlıyorlar. Aslında bu kısım mantıklı, fakat oyunun ilerlemesi için ayrılmaları gereken bazı noktalarda sürekli durup birbirlerine bağırdıkları için yönlendirmek de güç oluyor.

Yine de, oynanışı kolay ve zevkli bir oyun Brothers. Oynanış süresi biraz kısa olsa da, aksiyon macera sevenlerin eğlenceli vakit geçirtecek bir oyun. Özellikle masalımsı mekanları ve müzikleri, sempatik troll'leri sevenler için birebir. Tavsiyedir.

4 Haziran 2013 Salı

Eylem Vakti

Uzun yazamayacağım, tahmin edeceğiniz üzere biraz sonra çıkıp Alsancak'a gideceğimden ve "direnGezi" eylemlerine katılacağımdan dolayı. Ama 31 Mayıs'ta başlayan bu süreç ve yapılan eylemler üzerine birkaç şey söylemeden edemeyeceğim.

Ben şahsım adına yazıyorum bunları. Haftasonu İzmir sınırları içinde olmadığımdan ancak Pazartesi günü eylemlere katılmaya başlayabildim. Fakat olan bitene elbette sosyal medya üzerinden ve eylemleri yayınlayan sayılı Tv kanalı aracılığıyla tanık oldum.

Gezi Parkı'nın sermayeye peşkeş çekilmemesi, bir şehrin insanlarının yaşam alanını savunması ile başlayan eylemleri, İstanbul'da olamasam da gönülden destekledim. Fakat polisin, barışçıl bir şekilde eylem yapan insanlara, normal şartlarda işleri o insanları korumak ve gözetmek iken sergilediği tavır gerçekten akıl alır gibi değildi. Parkta çadır kurup kitap okuyan insanların çadırlarının yakılması, eşyalarına zarar verilmesi ve açıkça polis şiddetine maruz kalması, bu eyleme olan bakış açımı bir anda değiştirdi.

Şimdi Gezi Parkı ve onunla ilgili tüm eylemler, bu ülkede yıllardır bastırılan, kendi içinde fraksiyonlara ayrılmış olan halkın, bir sembolde birleşerek insani haklarının tümünü korumak ve hatta geri almak için verdiği teksesli mücadeledir benim için. Gezi Parkı, AKP hükümetinin ve en başta Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere bu hükümetin ilerigelenlerinin, bu ülkenin insanlarını istedikleri gibi yönetemeyeceklerine dair direniştir benim için. "Diren Gezi parkı", insan olmanın azami ortak olduğu bir harekettir; dünkü eylemlerde gözümle gördüğüm, her tür siyasi düşünceden ve her sınıftan insanın, özgürlüğü için bir araya gelmesidir artık. MHP'liyi, CHP'liyi, sendikalıyı ve sendikaya üye olmayanı, sivil toplum kuruluşu üyelerini ve hiçbir gruba üye olmayanı, inançlıyı inançsızı bir aradaydı dün akşam, ben buna tanık oldum. Atılan sloganların ve bu sloganlar atılırken havaya kaldırılan ellerin yaptığı hareketlerin çeşitliliği, insanların eğer gerçekten isterlerse birlik olabileceğini gösterdi bana.

Evet, bu bir halk hareketidir. Gezi parkı direnişi, bizim neslimizin yalnızca bir grup için değil tüm toplum için insan haklarını, eşitliği, demokrasiyi, refahı savunmasıdır. Bu direniş, doğayı ve yaşam alanlarımızı korumanın yanında, tek adamlı siyasete, halkı yok sayan hükümete, bir polis devleti olmaya, medyanın otokratik kontrolüne hep birlikte karşı durmaktır.

İşte bu yüzden, bir şeyler değişene kadar, diren Türkiye. Şimdi eylem vakti.

İzmir direnişinden görüntüler:

20 Mayıs 2013 Pazartesi

Bilim-Kurgusal ve Fantastik Bağnazlık

Tarih, kurgudur. Kendi yaşam süremiz dahilinde, beş duyu organımızla deneyimleyemediğimiz her şey, bize birileri tarafından anlatılır. Şimdiki zaman için medya bu işlevi sürdürürken, bireysel varoluştan öncesi, yani geçmiş için tarih, bu görevi üstlenir. Gerçekleşmiş olan olayların kayıtları insanlar tarafından, yine insanlar için tutulur. Tabii ki, ulaştırılması gereken her mesaj, bir tür olabildiğince evrensel (ya da en azından dünya üzerindeki bir grup insan tarafından algılanabilecek) yöntem gerektirir. Bu yöntem, dildir. Dil yoluyla tarihçi, gerçekliği işler ve onu diğer insanların anlayabileceği şekle sokar. Doğal olarak tarih, tarihçinin algısıyla işlenmiş şekilde bize ulaşır; yani tarihsel metinler özneldir.

Konu üzerine maalesef Türkçesi bulunmayan Wikipedia makalesi

Yukarıda neden Yeni-Tarihselcilik teorilerinden bahsettiğime gelelim. Gerçekçi bakış açısıyla ele alındığında bile, tarihsel bilgi tam anlamıyla doğru bilgi olarak kabul edilemezken, bir de karşımıza kurgusal tarihin doğruluğu konusunda takıntılı kişiler çıkıyor. Bilim-kurgu, fantezi, korku edebiyatları, okuyucuda alternatif bir gerçeklik algısı yaratmaya çalışırken, elbette ki tarihi eğip bükecek, yaratıcılığı doğrultusunda değiştirerek kullanacaktır. Bunu bir "hata" olarak algılamak, aslında bu janraları tamamen yok saymak demektir. Bu yüzden bazı bilim-kurgu ve fantezi hayranlarının, herhangi bir eserde tarihsel bilgilerin doğruluğu konusuna takılmış olmaları çok garip. Bir nevi "gerçek hayatta zaman yolculuğu yapamıyoruz, böyle bir şey mümkün olmadığından bu konuyla ilgili film/dizi/kitap yapılması da saçmadır" demek oluyor. Kendi sevdiği şeye ihanet etmek gibi biraz, bilim-kurgu ve fantezi edebiyatlarında tarihsel doğruluk aramak.

Merak ediyorsanız, Vlad Tepeş de ölümsüz değildi zaten.

Tabii bunun daha da ileri versiyonlarına günlük hayatımızda rastlıyoruz. Son örnek ise Da Vinci's Demons adlı dizideki Türk karakterin müslüman olmayışı ve uyuşturucu kullanıyor olması ile ilgili haberler. "Ahlaksız dizi" şeklinde bahsedilen Da Vinci's Demons'daki hayali bir karakter, eylemleriyle ilgili sorgulanıyor/yargılanıyor. İlgili habere şuradan ulaşabilirsiniz.

Türkler bir zamanlar şamanist değil miydi yoksa?!

Yani demek istediğim şey aslında, kıssadan hisse; bilim-kurgu ve fantezi hayranları, bari siz şu bağnazlığı yapmayınız. Bitirilmeye ve bastırılmaya çalışılan sanatsal yaratıcılığı, kime ait olduğu belirsiz bir algı aracılığıyla aktarılmış, çoğunluk tarafından kabul edilen tarihsel bilgi uğruna, bir de siz baltalamayınız.

Sevgiler

9 Mayıs 2013 Perşembe

Ölmeden Önce Oynanması Gereken Oyunlar II

İnsanın belki hayatını değiştirmeyen (evet, bir hayatımdeğişti.com değilim) ama hayata bakış açısını bir süreliğine de olsa değiştiren ne çok şey var. Kitap, film, oyun, müzik, dizi, seyahat... İşte tam da bunları düşünüyordum ki, yine benim için klasik olmuş, en azından 2 yılda bir oynadığım bir oyun geldi aklıma ve kurdum: The Longest Journey. Bu oyunla maceramız 2000 yılında yaz tatilindeyken, dayımın bilgisayarında başladı; dayım düzenli olarak Level dergisi alıyordu ve o zamanlar ne bütçemiz, ne de torrent gibi teknolojiler olmadığından, dergiden çıkan CD'lerdeki oyun demolarını, Unreal Tournament ve The Sims'ten kafamızı kaldırdığımız zamanlarda mutlaka oynuyorduk (ve yine Hande, Busem ve ben olmak üzere çoğulduk). The Longest Journey'i ilk oynadığımızda, demo versiyonu olmasına rağmen bizi çok etkiledi; o kadar ki, oyunun demosunu o yaz birkaç kere bitirdim. Şimdi düşünüyorum da, bunun sebebi sanırım başkahraman April Ryan'ın hayattaki amacını arayan genç bir kadın olmasıydı.

April Ryan

April Ryan, ailesiyle ilgili sorunları olan, tek başına yaşayan, zeki, çoğu zaman iğneleyici espriler yapan 19 yaşında bir sanat öğrencisi. Aynı zamanda da parasız bir garson (ilk oynadığım zamanlarda henüz garsonluk yapmamıştım, ama belki de bu mesleğe sıcak bakmamı sağlayan bu karakter olabilir). Kısacası April, bağımsız ve özgür ama aynı zamanda amaçsız. İşte hikayenin özü aslında burada başlıyor; April hayatının en uzun yolculuğuna, her ne kadar farkında olmasa da, önemli bir amaç için çıkıyor: kendini bulmak. Oyun boyunca (ki süresi 40 saat civarında) April'ın kendisini, hayatı ve dünya(lar) düzenini sorgulayışı, oldukça eğlenceli ve gizemli bir hikaye şeklinde sunuluyor. Başkahramanımız, yaşadığı dünyaya (ki bizim dünyamızın gelecekteki oldukça endüstriyelleşmiş bir versiyonu) paralel başka bir dünyanın varolduğunu, ve bu dünyalar arasında geçiş yapabildiğini öğreniyor ve macera başlıyor. Bunu söylerken gerçek bir maceradan bahsediyorum, ejderhaların, büyücülerin, simyacıların ve bunların yanında kaos fırtınasının, saf mantığın dahil olduğu bir macera bu.

April yaşadığımız dünya (Stark) ve paralel evren (Arcadia) arasında geçiş yaptıkça ve hikaye ilerledikçe elbette beni bir macera oyununda en çok eğlendiren kısım da oyuna ekleniyor: Yan karakterler. Özellikle April'ın bir nevi yoldaşı haline gelen konuşan karga "Crow", hala her oynadığımda aynı esprilere tekrar tekrar gülmemi sağlıyor. Bunun yanında Arcadia'da birçok nev-i şahsına münhasır fantastik karakterle tanışıyoruz; oyunun yapımcısı Ragnar Tornquist ve ekibinin yaratıcılıklarını konuşturdukları nokta özellikle burası. Eğlenceli, absürd, hatta kimi zaman duygusal diyaloglara girdiğimiz yan karakterlerin her biri, April'e kimlik arayışında yepyeni perspektifler sunuyor.

The Longest Journey, yine klasik bir point-and-click adventure oyunu; zaman zaman karakterlerden bazı görevler alarak, bazen de ana hikaye doğrultusunda, item kullanarak/birleştirerek ve bulmaca çözerek ilerliyoruz. Senaryo, oyunlara, kitaplara ve filmlere yapılan göndermelerle dolu; bir kitaplıkta Yüzüklerin Efendisi üçlemesine rastlıyor, April'ın oyuncak maymununun adının Constable Guybrush (Monkey Island oyun serisine ithafen) olduğunu öğreniyorsunuz. Diyaloglar da, Star Wars, Star Trek, Monthy Python gibi filmlere yapılan saygı duruşlarıyla dolu. Ayrıca, bir çeşit anti-ütopik dünya olan Stark'ta, hayatım boyunca beni en çok etkileyen antagonistlerden biriyle karşı karşıya geliyoruz; kaosundan tamamen ayrılmış, saf mantık. Hikayenin temelinin dengeye dayanıyor oluşu da, April ve oyuna dair geri kalan her şey arasında büyük bir paralellik yaratıyor. Stark ve Arcadia, kaos ve düzen, sihir ve bilim, rüya ve gerçek arasındaki denge, April'ın kendi karakterini ve hayattaki yerini belirleyişinde etkili oluyor.

Hikayenin detaylarına daha fazla girmeden, burada bitirmek istiyorum bu yazımı (çünkü devam edersem bu oyun hakkında kitap yazarım, o kadar seviyorum). The Longest Journey, bana göre şimdiye kadar yapılmış olan bilgisayar oyunlarının içinde en derin senaryoya sahip olanlardan biri. O yüzden sizi baştan uyarayım; bu, zaman geçirmek için oynanabilecek bir oyun değil. Ama fantastik bir evrende genç bir kadının kendini ve hayatı sorgulayışını eğlenceli bir biçimde deneyimlemek, zeka ve yaratıcılıkla oluşturulmuş hikaye(ler) ve kahramalarla tanışmak, kısacası uzun bir yolculuğa çıkmak isterseniz, The Longest Journey tam size göre.

6 Mayıs 2013 Pazartesi

Ünlülere Dair Bazı Fikirler

* "Model" adlı grubun şarkılarını özellikle dolmuşta seyahat ederken dinlemek zorunda kalıyorum çoğu zaman. Bu grupla ilgili bir şey fark ettim; tam anlamıyla liselilere yönelik şarkılar yapıyorlar. Sözlerine dikkat ederseniz, hep yapılmak istenip de yapılamayan bazı eylemlerden bahsediliyor. Örneğin ölmek istiyor, kendisini terk eden sevgilisine şarkılar yazmak istiyor ama bunlar hep lafta kalıyor. Çünkü bunları yapmaya büyük ihtimalle dershaneden falan zaman bulamıyor. Son dolmuş yolculuğumda bu grubun başka bir şarkısına denk geldim, şöyle diyordu: "Yüzüm, gözüm şişene kadar ağlamak istiyorum/ İçip sabaha kadar bayılmak istiyorum/ Caddelerde dolanıp bağırmak istiyorum...". Ama şarkının kişisi yine eylemsiz, çünkü o bir liseli; ailesi dışarı çıkmasına izin vermiyor, 18 yaş altına içki satışı yasak ve yarın sabah okul var.

Bu da böyle bir model.

* Lars Von Trier'i rahat bırakın. Bir kere bu adam öyle filmler yapıyor ki, öyle arkadaş ortamında "Abi Kubrick yaa, adam olayı çözmüş yaaa" şeklinde konuşamazsınız. Trier'in filmleri oldukça kişisel algılanır ve izleyici üzerinde kalıcı birer his bırakırlar. Bu filmleri arkadaşlarınıza öylece tavsiye edemezsiniz. Çünkü bu filmleri kolayca söze döküp arkadaş ortamında başkasının eseri üzerinden prim yapamaz, karı kız kaldıramazsınız. Bu yüzden bazı insanlar, Trier'i kötüleyerek kendine toplum içinde marjinal bir hava vermeye çalışabiliyor. İşte onlara önerim: Tek bildiğiniz Antichrist ise bu adam hakkında konuşmayı bırakın, zaten kemikleri artık sızlamaktan hissizleşmiş olan Kubrick'inize geri dönün. Ya da birazcık bilgilenmek isterseniz, Trier'in "Riget" serisini izleyin, Norveç-Danimarka ilişkilerini falan araştırın.

Evet, size diyor!

* Bence bu Robert Pattinson'a biraz haksızlık yapılıyor. Hayır yani bayıldığımdan değil de, adam daha genç. Hem Harry Potter ve Ateş Kadehi'nde de oynamıştı, oradaki rolü ne güzeldi. "Twilight"ta senaryoya bayıldığı için mi, yoksa para kazanmak için mi oynadı, bilemiyorum. Ama bir oyuncuyu tek bir rolüyle yargılamak haksızlık olabilir. Evet, Twilight bence de çok kötü bir seri, parlayan vampirler de berbat bir fikir. Yine de Pattinson, internet ortamında bu kadar kişisel aşağılanmayı hak etmiyor bana göre. David Cronenberg de böyle düşünmüş olmalı ki "Cosmopolis" adlı filminde Pattinson'a yer vermiş.

Işınla bizi Skati.

* Son olarak "Star Wars" serisiyle ilgili bir iki şey söylemek istiyorum. Bu filmlerin, özellikle geek'ler ve nerd'ler tarafından bir şekilde sahiplenilmiş olması şöyle bir sonuç doğuruyor; Star Wars'u seviyorsan geek'sin. Halbuki Star Wars filmlerini annem ve babam da dahil olmak üzere birçok insan severek izlemiştir. Yani şu seriyi artık bir rahat bıraksak? Tabii ki herkes sevsin, izlesin ama her geek Star Wars sever diye bir kural olmadığı gibi, 4 Mayıs'ta Star Wars ile ilgili bir şeyler paylaşmak insanı geek yapmaz.

Sevgiler

27 Nisan 2013 Cumartesi

Yeni Takıntım

Hannibal televizyon serisinin bir hayranı tarafından yapılmış harika bir video. Henüz yayınlanmış olan tüm bölümleri izlemediyseniz sizin için SPOILER içerebilir.

Tam anlamıyla büyüleyici.

25 Nisan 2013 Perşembe

Sosyal Medya Ortamında Yapılmaması Gerekenler

Artık herkesin en az bir adet sosyal medya sitesinde hesabı var (sanırım). Dolayısıyla herkes, sanal ortamda bir nevi toplum içine çıkmış oluyor. Nasıl toplum içinde yapılacak davranışların bir etiği varsa, bana göre Facebook, Twitter gibi sitelerde de en azından insanların sinirini bozmamak adına yapılmaması gereken bazı davranışlar var. Eğer arkadaş çevrenize karşı azıcık duyarlıysanız lütfen şunları en aza indirgemeye çalışın:

1. Bir takım çizgi film kahramanlarının ya da düşük çözünürlüklü Powerpoint resimlerinin eşlik ettiği ve komik olduğunu düşündüğünüz bazı sözleri paylaşmayın. Çünkü, doğruyu söylemek gerekirse, komik değiller. Resimli anlatım:

Özellikle cinsiyetlere ve ilişkilere dair stereotip fikirler içeren bu sözleri, mesela gidip karınıza/kocanıza ya da sevgilinize birinci ağızdan söylemeyi deneyin. Ya da, eğer sizi yansıttığını düşünüyorsanız, bunların çıktısını alıp odanıza asın. Siz rahat edin, biz de hem görsel hem de zihinsel açıdan böyle bir işkenceyi yaşamak zorunda kalmayalım.

2. Profil resmini Türk bayrağı yapmak, adının başına T.C. koymak gibi göstermelik bir takım davranışlardan uzak durun ve sanal ortamda memleketi kurtarmanın imkansız olduğunu lütfen anlayın. Elbette ki internet, siyasi ve sosyal aktiviteler için, örneğin bir mitingi duyurmak için etkili bir araç. Fakat hiçkimse Facebook'ta adının başına T.C. ekleyen insan sayısını araştırıp, sonra da "çok tepki aldık, haydi Ziraat Bankası tabelalarına T.C. ibaresini geri koyalım" demiyor. Ayrıca, "Atatürk'ü seven 100 milyon kişi arıyoruz" grubu aradığını bulsa bile, sokağa çıkıp eyleme geçmedikçe onca beğeninin hiçbir anlamı kalmıyor. Lütfen siyasi görüşünüz doğrultusunda gerçek hayatta bir eyleme geçmeye çalışın.

3. Okuyup araştırmadan yanlış bilgi paylaşmayın. Bu hem sizin sanal medya okurlarınıza rezil olmanıza sebep olur, hem de tıpkı sizin gibi, Facebook'ta okuduğu her şeye inanan insanların yanlış bilgilendirilmesine yol açar. Bir örneğini çok yakın bir tarihte görmüş, hatta beğenmiş olabilirsiniz:

devamı şuradan

Bu paylaşım, tarihi Paganizme kadar uzanan 1 Nisanla ilgili sahte bilgi yayıyor örneğin. Gitgide birçok insan tarafından kabul görüp doğru gibi algılanan saçmalıkları yaymak istemezsiniz değil mi? O halde lütfen bir paylaşım yapmadan önce okuyalım, araştıralım.

4. Yiyeceğiniz/yemekte olduğunuz yemeğin ya da sofranın ta kendisinin fotoğrafını lütfen paylaşmayın. "Yediğin, içtiğin sana kalsın, gördüklerini anlat" diye bir laf vardır, bir de "Olan var, olmayan var" diye. Ayrıca bu eylemin neden yapıldığını anlayabilmiş değilim. İletinize "Çok güzel şeyler yiyorum ben ya" yazmakla aynı şey aslında. Bir de, serpme kahvaltı fotoğrafı görmekten gına geldi.

5. Anneler, babalar, yeğeni olanlar. Evet, o bebek size göre çok güzel, çok muhteşem bir varlık, ve böyle hissetmeniz normal. Ama eğer diğer insanların, çocuğunuzun uyku, mama ve bez değiştirme saatlerine ilgi duyduğunu düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz. 3 dakikada bir paylaştığınız bebek fotoğrafları belki de bazı insanlar tarafından antipatik olarak algılanıyor olabilir. Tabii ki her insan hayatındaki önemli şeyleri paylaşmak isteyebilir, ama bunun bir dozu olmalı. Bebeğine Facebook hesabı açanlara hiç değinmeyeceğim bile. Hiç olmazsa şunu düşünün, nazar falan değer belki?

6. Yukarıdakiler kadar sinir bozucu olmasa da, anlayamadığım diğer bir konu da sürekli bir yerlerde "check-in" yapan insanlar. O kadar ki, "babaannemin cenazesine gidiyorum-at Adnan Menderes Airport" diye bir ileti görmüş bir insanım. Sosyoloji tezine konu arayanlara sesleniyorum, bu konuya bir el atabilir misiniz acaba? C-c-c-combo breaker-r-r:

7. Lütfen imla kurallarına uymaya, bilmiyorsak da onları öğrenmeye çalışalım. "Dahi" anlamındaki "de" ayrı yazılır, fakat hal eki "de" birleşik yazılır, soru ekleri "mi", "misin" ayrı yazılır, bağlaç olan "ki" ayrı yazılır, iyelik eki olan "ki" ise birleşik yazılır, vs. Bunları akılda tutmak çok da zor olmasa gerek. İşin ilginç tarafı ise bu hataların ulusalcı paylaşımlarda da bulunması. Madem ülkenizi bu kadar çok seviyorsunuz, bari anadilinizi iyi kullanın.

16 Nisan 2013 Salı

Ölmeden Önce Oynanması Gereken Oyunlar I

Neredeyse okuma-yazmayı öğrendiğimden beri (bir nevi kendimi bildim bileli) bilgisayar oyunlarının içindeyim. 1991 yazında babam, arabasının bagajından Commodore-64'ü çıkardığında başlayan bu "hobi", benim için en keyifli zaman değerlendirme aracına dönüştü. Zamanla bu hobiyi kendime göre özelleştirerek, en sevdiğim oyun genre'sını belirledim: Point-and-click Adventures. Aksiyon ya da strateji oyunlarını sevmediğimi sanmayın, ama Türkçeye "macera oyunu" olarak geçen bu türün örnekleri tıpkı kitaplar gibidir. İyi senaryoların hayranı olduğumdan mıdır bilmem, hikaye odaklı bu oyun türü bana farklı evrenlerin kapılarını açıyormuş gibi gelir her zaman. Havada yürür gibi, bambaşka bir karaktere bürünüp bambaşka bir hayat yaşarım birkaç saatliğine. Tabii ki bu çılgınlığın bir başlangıç noktası var. Sanırım 90'lı yılların sonuydu, kuzenim Hande'nin odasında, Playstation II'nin başında üç kişi oturmuş (Hande, kardeşim Busem ve ben) ilk defa gördüğümüz türden bir oyunu yarım yamalak İngilizcelerimizle çözmeye çalışıyorduk. "Broken Sword: The Shadow of the Templars" böylelikle hayatıma girmiş oldu.

İyi bir diyalog takibi gerektiren oyunu o sene bitiremedik! Evet, saatlerce, günlerce oynadık ama hep aynı yerlerde dönüp duruyorduk. Ancak birkaç yıl sonra, internet hayatlarımıza yerleştiğinde ve DLH.net adlı oyun çözümü sitesinden haberdar olduğumuzda, oyunda ufacık bir nesneyi almayı fark etmediğimizi anlayabildik. Kısacası, bu oyunu yıllar boyunca oynamış olduk.

Oyunun genelinde tatil için Paris'e gelmiş olan ve kendini birdenbire dev bir gizemin içinde bulan Amerikalı turist George Stobbart'ı kontrol ediyoruz. Senaryo, tapınak şövalyeleriyle ilgili bir komplo teorisi üzerine kurulmuş, ve bizim zengin Amerikalı George'umuz bu gizemi çözmekte ısrarcı. Gazeteci "French belle" Nicole Collard'la tanışmalarının ardından, tansiyonun gitgide yükseldiği bu maceraya birlikte atılıyorlar. Bunların yanında, oyun süresince birkaç farklı ülkeye gidiyoruz: İrlanda, Suriye ve İskoçya. Ayrıca, diyaloğa girdikleri benzersiz karakterler bana göre oyunun en eğlenceli kısmını oluşturuyor. Psişik güçlere inanan başkomiser, her dili konuşabilen Suriyeli çocuk ve sinirli kebapçı gibi karakterler bunlardan birkaçı.

Objeleri yerinde kullanma üzerine kurulu gameplay ise macera oyunu tarihindeki en iyilerden. Senaryo ilerledikçe, rastgele topladığımız objeler öyle bulmacaları çözmeye yarıyor ki, bir süre sonra bu absürd fikirlere gülmeye başlıyorsunuz (özellikle oyunun sonundaki bulmacadaki objelere Hande'yle birlikte inanamamıştık). Kısaca özetlemek gerekirse, bu oyun bir klasik. Yalnızca benim için değil, Adventure Gamers 'tan aldığı 5 yıldızla da, oyun tarihinin en iyilerinden olduğunu kanıtlıyor. Belki daha önce hiç oynamamış birine günümüz teknolojisine kıyasla 5 pikselden oluşuyor gibi görünebilir, ama akıcı senaryosu ve renkli karakterleriyle Broken Sword: The Shadow of the Templars kesinlikle ölmeden önce oynanması gereken oyunlardan.

15 Nisan 2013 Pazartesi

Dr. Lecter Televizyonda!

Dizi izlemeyi severim; yaşadığımız anın içinde filmlere kıyasla daha canlı, daha taze kalır diziler. Belirli bir sürenin sonunda, dizi karakterlerini ailenizden biri gibi görmeye başlayabilirsiniz. Tıpkı benim 5 sezon boyunca Fringe karakterlerine alışmam gibi. Evet, kabul ediyorum ki Fringe'in son sezonlarında (özellikle 4. sezonda) zaman geçsin diye çekilmiş bölümler mevcuttu; yine de Walter Bishop bana göre dedemdi ve dizi biterken çok üzüldüm. Ayrıca, Özenç'le birlikte takip ettiğimiz ilk dizi olma özelliğini de taşıdığından, benim için yeri diğer dizilerden farklıydı. Melankolimi bir tarafa bırakacak olursam, Fringe bittiğinden beri beni gerçekten etkileyen bir diziyle karşılaşmamıştım. Ta ki "Hannibal" TV'deki yerini alana kadar.

Öncelikle, oyuncu kadrosu gerçekten çok iyi bir iş çıkarıyor. Bana göre başrolde iki oyuncu var; Hugh Dancy (Special Agent Will Graham) ve Mads Mikkelsen (Dr. Hannibal Lecter) rollerinde gerçekten kendinizi hikayeye kaptırmanızı sağlayacak kadar iyiler. Bu iki muhteşem oyuncunun yanında, yardımcı rolde öne çıkan Laurence Fishburne ve ilk iki bölümde henüz göremediğim ama heyecanla beklediğim Gillian Anderson da mevcut. Tabii ki, senaryo iyi olmadıkça oyuncuların pek bir önemi kalmaz; "The Following" faciasında olduğu gibi. Ama bu dizinin en güçlü iki yanından biri senaryosu, diğeriyse görselliği.

Şimdi iki bölümde bu dizinin (en azından bana göre) kült olacağını nereden anladığıma gelelim. Klasik "Kuzuların Sessizliği" ve "Hannibal"'ı izlemiş olanlar bilirler, bu filmler uzun diyaloglar ve tüm karakterlerin birbirini sorgulaması üzerine kurulmuştur. Örneğin Dr. Lecter ve Clarice Starling her görüşmelerinde karşılıklı olarak birbirlerinin psikolojik gerekçelerini ve dürtülerini sorgularlar. Dizi versiyonunda ise aynı ilişkiyi hemcins olmalarına rağmen Dr. Lecter ve Özel Ajan Will Graham arasında görüyoruz. Bir yandan bu karmaşık psikolojileri analiz etmeye çalışırken, diğer yandan Will Graham'ın gördüğü rüyalar ve imgelemlerle oldukça sıradışı bir görsel anlatıma şahit oluyoruz. Çünkü, "Red Dragon"'da da görebileceğimiz Will Graham karakteri, dizide oldukça dengesiz -ve hatta deli- bir eski FBI ajanı. Bu noktada, sıradışı görsellik ve benzersiz fikirlerin dizinin tümüne hakim olduğunu da belirteyim:

Bu sahnede, "evet," dedim, "işte hayatım boyunca düşünsem aklıma gelmeyecek bir fikir". Daha fazla spoiler vermeden önce kendimi durdurmam gerektiğine inanıyor ve "Hannibal" TV serisine ait bir fragmanla yazımı sonlandırıyorum:

Dikkat! Spoiler içerir!

Bu bir kendini açıklamadır:

Genel olarak "diğerlerinin onaylamadığı" türden bir hayat sürüyor olabilirim. Örneğin sabit maaşlı bir işte çalışmıyorum, çocuk sahibi olmayı düşünmüyorum. Belki bilgisayar başında çok fazla zaman geçiriyorum. Ama ben yaşadığım hayattan memnunum. Bana göre her şey öğrenmekten ibarettir; 60 yaşıma kadar, haftanın 6 günü, yalnızca kalan 1 gün için, ya da yıllık izin denilen 1 hafta için bifiil çalışmak, kendi ömrümü çalmaktan başka bir şey değildir (Bunu tercih eden arkadaşları tenzih ederim). Evet, beni ve bazı konulardaki pasifliğimi içten içe eleştiriyor olabilirsiniz. Fakat insan olmak, çok daha derin, çok daha önemli eylemler gerektirir. Bedenimi geride bıraktığımda, kendimi anlayabilmiş olmayı diliyorum, hepsi bu, ve hayatımı bu doğrultuda yaşıyorum. Mutluyum. Bütün gece video oyunları oynayabilmek beni mutlu ediyor. Elbette benim de "deadline"larım oluyor kimi zaman, ama kendime ayırdığım zaman bütün zorlukları telafi edebilecek nitelikte.

Bu blog'da kendime ayırdığım zamanın küçük bir kısmını paylaşmayı, daha da önemlisi kendim için bir kayıt defteri tutmayı amaçlıyorum. Umarım hayatta bize keyif veren nadir şeyleri birkaç kişiyle de olsa paylaşabilirim.

Sevgiler