20 Mayıs 2013 Pazartesi

Bilim-Kurgusal ve Fantastik Bağnazlık

Tarih, kurgudur. Kendi yaşam süremiz dahilinde, beş duyu organımızla deneyimleyemediğimiz her şey, bize birileri tarafından anlatılır. Şimdiki zaman için medya bu işlevi sürdürürken, bireysel varoluştan öncesi, yani geçmiş için tarih, bu görevi üstlenir. Gerçekleşmiş olan olayların kayıtları insanlar tarafından, yine insanlar için tutulur. Tabii ki, ulaştırılması gereken her mesaj, bir tür olabildiğince evrensel (ya da en azından dünya üzerindeki bir grup insan tarafından algılanabilecek) yöntem gerektirir. Bu yöntem, dildir. Dil yoluyla tarihçi, gerçekliği işler ve onu diğer insanların anlayabileceği şekle sokar. Doğal olarak tarih, tarihçinin algısıyla işlenmiş şekilde bize ulaşır; yani tarihsel metinler özneldir.

Konu üzerine maalesef Türkçesi bulunmayan Wikipedia makalesi

Yukarıda neden Yeni-Tarihselcilik teorilerinden bahsettiğime gelelim. Gerçekçi bakış açısıyla ele alındığında bile, tarihsel bilgi tam anlamıyla doğru bilgi olarak kabul edilemezken, bir de karşımıza kurgusal tarihin doğruluğu konusunda takıntılı kişiler çıkıyor. Bilim-kurgu, fantezi, korku edebiyatları, okuyucuda alternatif bir gerçeklik algısı yaratmaya çalışırken, elbette ki tarihi eğip bükecek, yaratıcılığı doğrultusunda değiştirerek kullanacaktır. Bunu bir "hata" olarak algılamak, aslında bu janraları tamamen yok saymak demektir. Bu yüzden bazı bilim-kurgu ve fantezi hayranlarının, herhangi bir eserde tarihsel bilgilerin doğruluğu konusuna takılmış olmaları çok garip. Bir nevi "gerçek hayatta zaman yolculuğu yapamıyoruz, böyle bir şey mümkün olmadığından bu konuyla ilgili film/dizi/kitap yapılması da saçmadır" demek oluyor. Kendi sevdiği şeye ihanet etmek gibi biraz, bilim-kurgu ve fantezi edebiyatlarında tarihsel doğruluk aramak.

Merak ediyorsanız, Vlad Tepeş de ölümsüz değildi zaten.

Tabii bunun daha da ileri versiyonlarına günlük hayatımızda rastlıyoruz. Son örnek ise Da Vinci's Demons adlı dizideki Türk karakterin müslüman olmayışı ve uyuşturucu kullanıyor olması ile ilgili haberler. "Ahlaksız dizi" şeklinde bahsedilen Da Vinci's Demons'daki hayali bir karakter, eylemleriyle ilgili sorgulanıyor/yargılanıyor. İlgili habere şuradan ulaşabilirsiniz.

Türkler bir zamanlar şamanist değil miydi yoksa?!

Yani demek istediğim şey aslında, kıssadan hisse; bilim-kurgu ve fantezi hayranları, bari siz şu bağnazlığı yapmayınız. Bitirilmeye ve bastırılmaya çalışılan sanatsal yaratıcılığı, kime ait olduğu belirsiz bir algı aracılığıyla aktarılmış, çoğunluk tarafından kabul edilen tarihsel bilgi uğruna, bir de siz baltalamayınız.

Sevgiler

9 Mayıs 2013 Perşembe

Ölmeden Önce Oynanması Gereken Oyunlar II

İnsanın belki hayatını değiştirmeyen (evet, bir hayatımdeğişti.com değilim) ama hayata bakış açısını bir süreliğine de olsa değiştiren ne çok şey var. Kitap, film, oyun, müzik, dizi, seyahat... İşte tam da bunları düşünüyordum ki, yine benim için klasik olmuş, en azından 2 yılda bir oynadığım bir oyun geldi aklıma ve kurdum: The Longest Journey. Bu oyunla maceramız 2000 yılında yaz tatilindeyken, dayımın bilgisayarında başladı; dayım düzenli olarak Level dergisi alıyordu ve o zamanlar ne bütçemiz, ne de torrent gibi teknolojiler olmadığından, dergiden çıkan CD'lerdeki oyun demolarını, Unreal Tournament ve The Sims'ten kafamızı kaldırdığımız zamanlarda mutlaka oynuyorduk (ve yine Hande, Busem ve ben olmak üzere çoğulduk). The Longest Journey'i ilk oynadığımızda, demo versiyonu olmasına rağmen bizi çok etkiledi; o kadar ki, oyunun demosunu o yaz birkaç kere bitirdim. Şimdi düşünüyorum da, bunun sebebi sanırım başkahraman April Ryan'ın hayattaki amacını arayan genç bir kadın olmasıydı.

April Ryan

April Ryan, ailesiyle ilgili sorunları olan, tek başına yaşayan, zeki, çoğu zaman iğneleyici espriler yapan 19 yaşında bir sanat öğrencisi. Aynı zamanda da parasız bir garson (ilk oynadığım zamanlarda henüz garsonluk yapmamıştım, ama belki de bu mesleğe sıcak bakmamı sağlayan bu karakter olabilir). Kısacası April, bağımsız ve özgür ama aynı zamanda amaçsız. İşte hikayenin özü aslında burada başlıyor; April hayatının en uzun yolculuğuna, her ne kadar farkında olmasa da, önemli bir amaç için çıkıyor: kendini bulmak. Oyun boyunca (ki süresi 40 saat civarında) April'ın kendisini, hayatı ve dünya(lar) düzenini sorgulayışı, oldukça eğlenceli ve gizemli bir hikaye şeklinde sunuluyor. Başkahramanımız, yaşadığı dünyaya (ki bizim dünyamızın gelecekteki oldukça endüstriyelleşmiş bir versiyonu) paralel başka bir dünyanın varolduğunu, ve bu dünyalar arasında geçiş yapabildiğini öğreniyor ve macera başlıyor. Bunu söylerken gerçek bir maceradan bahsediyorum, ejderhaların, büyücülerin, simyacıların ve bunların yanında kaos fırtınasının, saf mantığın dahil olduğu bir macera bu.

April yaşadığımız dünya (Stark) ve paralel evren (Arcadia) arasında geçiş yaptıkça ve hikaye ilerledikçe elbette beni bir macera oyununda en çok eğlendiren kısım da oyuna ekleniyor: Yan karakterler. Özellikle April'ın bir nevi yoldaşı haline gelen konuşan karga "Crow", hala her oynadığımda aynı esprilere tekrar tekrar gülmemi sağlıyor. Bunun yanında Arcadia'da birçok nev-i şahsına münhasır fantastik karakterle tanışıyoruz; oyunun yapımcısı Ragnar Tornquist ve ekibinin yaratıcılıklarını konuşturdukları nokta özellikle burası. Eğlenceli, absürd, hatta kimi zaman duygusal diyaloglara girdiğimiz yan karakterlerin her biri, April'e kimlik arayışında yepyeni perspektifler sunuyor.

The Longest Journey, yine klasik bir point-and-click adventure oyunu; zaman zaman karakterlerden bazı görevler alarak, bazen de ana hikaye doğrultusunda, item kullanarak/birleştirerek ve bulmaca çözerek ilerliyoruz. Senaryo, oyunlara, kitaplara ve filmlere yapılan göndermelerle dolu; bir kitaplıkta Yüzüklerin Efendisi üçlemesine rastlıyor, April'ın oyuncak maymununun adının Constable Guybrush (Monkey Island oyun serisine ithafen) olduğunu öğreniyorsunuz. Diyaloglar da, Star Wars, Star Trek, Monthy Python gibi filmlere yapılan saygı duruşlarıyla dolu. Ayrıca, bir çeşit anti-ütopik dünya olan Stark'ta, hayatım boyunca beni en çok etkileyen antagonistlerden biriyle karşı karşıya geliyoruz; kaosundan tamamen ayrılmış, saf mantık. Hikayenin temelinin dengeye dayanıyor oluşu da, April ve oyuna dair geri kalan her şey arasında büyük bir paralellik yaratıyor. Stark ve Arcadia, kaos ve düzen, sihir ve bilim, rüya ve gerçek arasındaki denge, April'ın kendi karakterini ve hayattaki yerini belirleyişinde etkili oluyor.

Hikayenin detaylarına daha fazla girmeden, burada bitirmek istiyorum bu yazımı (çünkü devam edersem bu oyun hakkında kitap yazarım, o kadar seviyorum). The Longest Journey, bana göre şimdiye kadar yapılmış olan bilgisayar oyunlarının içinde en derin senaryoya sahip olanlardan biri. O yüzden sizi baştan uyarayım; bu, zaman geçirmek için oynanabilecek bir oyun değil. Ama fantastik bir evrende genç bir kadının kendini ve hayatı sorgulayışını eğlenceli bir biçimde deneyimlemek, zeka ve yaratıcılıkla oluşturulmuş hikaye(ler) ve kahramalarla tanışmak, kısacası uzun bir yolculuğa çıkmak isterseniz, The Longest Journey tam size göre.

6 Mayıs 2013 Pazartesi

Ünlülere Dair Bazı Fikirler

* "Model" adlı grubun şarkılarını özellikle dolmuşta seyahat ederken dinlemek zorunda kalıyorum çoğu zaman. Bu grupla ilgili bir şey fark ettim; tam anlamıyla liselilere yönelik şarkılar yapıyorlar. Sözlerine dikkat ederseniz, hep yapılmak istenip de yapılamayan bazı eylemlerden bahsediliyor. Örneğin ölmek istiyor, kendisini terk eden sevgilisine şarkılar yazmak istiyor ama bunlar hep lafta kalıyor. Çünkü bunları yapmaya büyük ihtimalle dershaneden falan zaman bulamıyor. Son dolmuş yolculuğumda bu grubun başka bir şarkısına denk geldim, şöyle diyordu: "Yüzüm, gözüm şişene kadar ağlamak istiyorum/ İçip sabaha kadar bayılmak istiyorum/ Caddelerde dolanıp bağırmak istiyorum...". Ama şarkının kişisi yine eylemsiz, çünkü o bir liseli; ailesi dışarı çıkmasına izin vermiyor, 18 yaş altına içki satışı yasak ve yarın sabah okul var.

Bu da böyle bir model.

* Lars Von Trier'i rahat bırakın. Bir kere bu adam öyle filmler yapıyor ki, öyle arkadaş ortamında "Abi Kubrick yaa, adam olayı çözmüş yaaa" şeklinde konuşamazsınız. Trier'in filmleri oldukça kişisel algılanır ve izleyici üzerinde kalıcı birer his bırakırlar. Bu filmleri arkadaşlarınıza öylece tavsiye edemezsiniz. Çünkü bu filmleri kolayca söze döküp arkadaş ortamında başkasının eseri üzerinden prim yapamaz, karı kız kaldıramazsınız. Bu yüzden bazı insanlar, Trier'i kötüleyerek kendine toplum içinde marjinal bir hava vermeye çalışabiliyor. İşte onlara önerim: Tek bildiğiniz Antichrist ise bu adam hakkında konuşmayı bırakın, zaten kemikleri artık sızlamaktan hissizleşmiş olan Kubrick'inize geri dönün. Ya da birazcık bilgilenmek isterseniz, Trier'in "Riget" serisini izleyin, Norveç-Danimarka ilişkilerini falan araştırın.

Evet, size diyor!

* Bence bu Robert Pattinson'a biraz haksızlık yapılıyor. Hayır yani bayıldığımdan değil de, adam daha genç. Hem Harry Potter ve Ateş Kadehi'nde de oynamıştı, oradaki rolü ne güzeldi. "Twilight"ta senaryoya bayıldığı için mi, yoksa para kazanmak için mi oynadı, bilemiyorum. Ama bir oyuncuyu tek bir rolüyle yargılamak haksızlık olabilir. Evet, Twilight bence de çok kötü bir seri, parlayan vampirler de berbat bir fikir. Yine de Pattinson, internet ortamında bu kadar kişisel aşağılanmayı hak etmiyor bana göre. David Cronenberg de böyle düşünmüş olmalı ki "Cosmopolis" adlı filminde Pattinson'a yer vermiş.

Işınla bizi Skati.

* Son olarak "Star Wars" serisiyle ilgili bir iki şey söylemek istiyorum. Bu filmlerin, özellikle geek'ler ve nerd'ler tarafından bir şekilde sahiplenilmiş olması şöyle bir sonuç doğuruyor; Star Wars'u seviyorsan geek'sin. Halbuki Star Wars filmlerini annem ve babam da dahil olmak üzere birçok insan severek izlemiştir. Yani şu seriyi artık bir rahat bıraksak? Tabii ki herkes sevsin, izlesin ama her geek Star Wars sever diye bir kural olmadığı gibi, 4 Mayıs'ta Star Wars ile ilgili bir şeyler paylaşmak insanı geek yapmaz.

Sevgiler