22 Ocak 2014 Çarşamba

Yılmak ya da Yılmamak

Tamamen içimi dökme amaçlı bu yazıyı, oldukça nahoş bir ruh haliyle yazdığımı belirtmek isterim. Canı sıkılsın istemeyenlere tavsiye etmiyorum.

İngiliz Dili ve Edebiyatı mezunuyum. Halk dilinde bilin(mey)en adıyla filolog. Aslında, Türk Dil Kurumu'na göre "dil bilimci" anlamına gelen bu kavramla da yakinen tanışıyor olsam da, aslında filolojiden çok edebiyat eleştirmenliğini öğrendim üniversite hayatımda. Bana bir roman, öykü ya da şiir getirirseniz, o metni birçok farklı bakış açısıyla ele alabilir, üzerine makaleler yazabilirim. Lisede de İngilizce bölümünde öğrenim gördüğümden, yabancı dil haricinde herhangi bir yeteneğim ya da mesleğim yok.

Parasal sistemden hoşlanmıyorum ve bu ülkenin toplumunun her kavram gibi otorite kavramını da suistimal ettiğini düşünüyorum. Bu sebeplerle, özel şirketlerde birtakım geri zekalıların otorite zannederek yaptıkları davranışlara katlanarak, bunun karşılığında para almak istemiyorum. Ayrıca, ilginç ve ütopiktir ki, üzerine eğitim gördüğüm işi, yani kendi işimi yapmak istiyorum; akademisyen olmak. Üniversitelere akademisyen yetiştirme amacıyla kurulan Fen/Edebiyat fakültelerinin bir mağduru sayıyorum kendimi. Çünkü, mezun olduğumdan beri kendi işimi yapmak için denediğim yolların tümü başarısızlıkla sonuçlandı.

Af öğrencisiydim, fakat okulu zor bitiren bir insan değildim. Ayrıca, bölümümüzde önceden af öğrencisi olan akademisyenler vardı ve bu durum beni umutlandırıyordu. Böylece, mezun olduğum bölüme yüksek lisans başvurusu yaptım. Yüksek lisans mülakatına girdiğimde heyecandan patlayacak gibiydim ama korktuğum olmadı (keşke olsaydı). 5 dakikalık mülakatın 4 dakikası, hali hazırda tanıdığım akademisyenlerle çay saatindeymişçesine muhabbet ederek, kalan son saniyeler ise başvuru amacımı anlatarak geçti. Hatta (nedense) jürideki hocalardan bir tanesi, afla okula dönmeden önceki, aklımın bir karış havada olduğu günleri anmak istedi. Andık, (gülüşmeler, görüşürüz hocamlar). Sonrası; 87 ALES, 92 ÜDS ve 3.30 ortalama ile yüksek lisansa kabul edilmedim. Üstelik, mülakat notları açıklanmadı bile. "İçimizde kalmadı", "olsun", "bir daha deneriz", "hayırlıysa olsun" gibi teselli cümlelerini sıralayarak başka yollar aramaya başladım. Bunlardan biri de ÖYP idi.

ÖYP (Öğretim Üyesi Yetiştirme Programı), ALES, yabancı dil ve mezuniyet notunun belirli ölçülerde ortalamasının alınmasıyla, üniversitelere YÖK tarafından atandığınız bir program. Atanırsanız, 300.000 tl civarında bir senet imzalıyorsunuz, size kesin olarak sahip olduklarını garantiliyorlar. Elbette, atanma şansınız oldukça düşük. Yüksek lisans yapmamış İngiliz Dili ve Edebiyatı mezunları için, bir atamada 10 civarı kişi programı kazanabiliyor. Kazanabilmenin şartı ise %50'lik oranıyla ağır basan ALES. Belki bilmeyenler vardır, ALES'e benim gibi sözel puan için girenler de, hiç gereği olmadığı halde, matematik çözmek zorundadır. Matematik dersini en son 90'lı yılların sonlarında, lisede gören biri için (bkz. ben), ALES'ten 90+ almak imkansıza yakındır. Zaten İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünde akademik kariyer yapmak isteyen kişinin, neden matematik sınavına tabi tutulduğunu hala anlayabilmiş değilim. Her neyse. Mezun olduğum günden beri, birçok kez ÖYP'ye başvurdum ve Kasım ayında yaptığım başvurunun sonucuna baktığımda inanamadım, Güneydoğu Anadolu'daki bir üniversiteyi kazanmış görünüyordum! Tabii ki kutlamalar hemen başladı, aile efradı, arkadaşlar, yakınlar, herkes çok sevindi. Sanki birdenbire şansım dönmüş, hayatım kurtulmuş, bütün dünya güzelleşmişti. Sevgilim eve geldiğinde, iki saat kadar dans ettiğimizi hatırlıyorum. Sonuç sayfasını jpeg olarak kaydedip, bilgisayarıma duvar kağıdı yaptık, o kadar sevinçliydik. Başvuru gününe kadar, gereken belgeleri topladım ve hayatımda ilk defa ülkenin Güneydoğusuna doğru yola çıktım. Şehri çok sempatik görüyordum, kampüs de o kadar güzeldi ki! "Ne olacak ki, yükseğimi, doktoramı yapar, gelir burada çalışırım; hem belki severiz burada yaşamayı, kalırız, bu üniversiteler de gelişmeli" gibi düşüncelerle ÖYP komisyonu binasını buldum. İşlemlerin yapılacağı odaya girdiğimde, yetkilinin bana ilk sorduğu şey "Yüksek lisans şartını yerine getiriyorsunuz, değil mi?" oldu. Kafasından aşağı kaynar sular dökülmek deyiminin tam olarak ne demek olduğunu orada öğrendim. Bunca yıldır kağıt üzerinde olsun, internet ortamında olsun, defalarca ve dikkatle başvuru yapan ben, yüksek lisans şartı bulunduğunu görmemiştim. Başvuruyu yaptığım sırada yanımda oturan sevgilim de görmemişti. Zaten ÖYP sistemi öyle berbattı ki, herhangi bir şeyin görülebileceğini hiç sanmıyorum. İşin ilginç tarafı, bu haberi aldıktan iki dakika sonra, aynı üniversitede, aynı odanın içinde benimle aynı durumda olan biriyle karşılaştım. Bu arkadaştan, "sistem suistimal edilmesin diye", beyana dayalı şartları taşımaksızın kazanan kişilerin puanlarının, bir yıl boyunca %10 kesintiye uğradığını öğrendim. Sonrası malum, üzüntü. Üzüntünün yanında, "kendimle ne yapacağım" düşüncesi. Başarılı bir öğrenim hayatından sonra üst üste, tekrar tekrar başarısız olmanın getirdiği kırgınlık durumu.

Yıldım.

Bundan sonra ne yaparım bilmiyorum. Yirmili yaşları ardımda bıraktım, özgeçmişimde ise garsonluk ve resepsiyon görevliliği haricinde herhangi bir deneyim yok. Yıllardır çevirmenlik yapıyorum, herhangi bir sosyal güvencem yok. Para kazanmak için yüksek lisans tezi yazıyorum, tezini yazdığım kişiler yüksek lisans mezunu oluyorlar ve ben olamıyorum. Çünkü, yüksek lisansa girebilmek için 5 dakikada insanüstü bir performansla adeta bir bilgi şelalesi akıtmam gerekiyor. Çünkü, af öğrencisi oluşumdan hoşlanmadığı için derslerinden düşük not aldığım hocalarım vardı. Çünkü, devletin her sistemi gibi kurduğu internet siteleri de boktan. Çünkü, ÖYP'yi kazanabilmek için olmayan maddi gücümle dershaneye gidip hiç gereği yokken matematik öğrenmem gerekiyor. Çünkü, formasyon alıp öğretmen olmak zorundayım. Çünkü, ayda 400 lira maaşla dershanelerde çalışıp, ölmeden sürünmeliyim. Çünkü, işimi yapmam imkansız. Öğrencilerin, profesörler yerine YDS sınavına girdiği, akademisyenlerin döner sermaye peşinde koştuğu, sınav kağıtlarını okumadan değerlendirme yaptığı, üniversite dersliklerinde lise mantığıyla "ders anlattığı", "torpil" kavramının varolduğu sistemin akademisyenliği sanırım bana göre değil. (Bu sistem içerisinde yer alan değerli birkaç hocamı ve arkadaşımı tenzih ederim.)

Yılmadım.

Ne olursa olsun formasyon alıp öğretmen olmayacak, dış ticaret departmanında çalışmayacak, herhangi bir mülakatta kendimi acındırmayacak veya kimsenin kıçını yalamayacağım. Sinir hastası olmaktan, sevmediğim işleri hakkını vermeden yapmaktansa, azla yetinmeyi öğreneceğim. Okullarınıza daha fazla sayıda sahte yüksek lisans mezunu kazandırmayı da hobi edineceğim. Bu da benim bir nevi intikamım olsun. Bir alıntıyla bitirmek istiyorum. Madem artık "herkes İngilizce biliyor", çeviriye gerek görmüyorum.

“The whole educational and professional training system is a very elaborate filter, which just weeds out people who are too independent, and who think for themselves, and who don't know how to be submissive, and so on -- because they're dysfunctional to the institutions.” - Noam Chomsky

19 Eylül 2013 Perşembe

Isınma Turları

Uzun zamandır buralara uğramamıştım. Yaz aylarında yazmak bana biraz zor geliyor. Ama Eylül ayıyla birlikte dizilerin ve filmlerin yayınlanmaya başlaması ve yeni oyunların piyasaya sürülmesiyle birlikte üzerine yazılacak birçok konu birikmeye başladı. İşbu yazıda son zamanlarda oynadığım birkaç adventure oyunundan kısa kısa bahsedeceğim.

Face Noir

Adından da anlaşılabileceği gibi, Face Noir kara film tadında bir oyun. 1930'larin Amerika'sında, alkolik bir eski polis olan dedektif Jack del Nero'yu kontrol ediyoruz. Oynanış açısından, eğer çok kısa bir iki aksiyon bölümünü saymazsak, tam anlamıyla geleneksel bir point-and-click adventure. Item kullanma ve diyalog üzerinden devam eden hikaye, bana göre biraz ağır ilerliyor. Hatta Face Noir'ı ikinci oyun için yapılmış bir giriş olarak kabul edebiliriz.

Jack del Nero, karanlık ve sisli New York sokaklarında davaların peşinden koşarken (pardon, yürürken demek daha doğru olur çünkü herhangi bir şekilde koşma seçeneğiniz yok), oynayacağınız maymuncukla kilit açma, parçaları birleştirme gibi puzzle'ların yanında, oyunun kendine has bir mantık yürütme bölümü var. Davalarda ilerleme sağlayabilmek için, o ana kadar topladığınız bilgilerin anahtar kelimelerinin bulunduğu bir ekranda, iki ya da üç tanesini birleştirmeniz gerekiyor. Oyun boyunca sık sık karşınıza çıkacak olan bu bölüm şahsen benim hoşuma gitti. Dediğim gibi, hikaye biraz ağır ilerliyor ve bunun bir sebebi de herhangi bir tıkla-git haritanın bulunmayışı. Mekan değiştirmek istediğinizde her seferinde aynı taksi şoförüyle, aynı animasyonu izleyerek konuşmanız gerekiyor. Bu durum da oyunun eksilerinden biri.

Bunların haricinde, mekanlar güzel, diyaloglar çok tekrar içermiyor, arayüz fena sayılmaz, seslendirme ise orta derecede. Senaryosu gerçeklikten doğaüstüne doğru çok ağır bir geçiş içeriyor ve sanırım merkezdeki konuyu ikinci oyunda tam anlamıyla öğrenebileceğiz. Chapter'lı, part'lı oyunlar yerine devam oyunlarını tercih ettiğimden, oyunun sonu konusunda hayal kırıklığına uğramadım, ama esaslı sonları sevenler pek hoşlanmayacaklardır.

Face Noir, boş zamanınız varsa oynayabileceğiniz bir oyun. Fazla aksiyon içermeyen ve sonundan çok şey beklemediğiniz bir oyun arıyorsanız bir bakın derim.

Brothers: A Tale of Two Sons

En son ya Limbo'yu, ya da Botanicula'yı oynarken bu kadar eğlenmiştim! Brothers, her anlamda çok iyi olmasa da "güzel" bir action-adventure. "Güzel" diyorum çünkü oyunda yarattıkları dünya masal gibi. Hafiften Shire'ı andıran harika manzaralar, oturup bu manzaraları izleyebileceğiniz banklar mevcut.

Elbette bu ortamlar oyunun konusu gereği gittikçe karanlıklaşıyor. Brothers'ta da adından anlaşılabileceği gibi iki kardeşi yönetiyoruz, hem de aynı anda. Görevimiz ise, çok hasta olan babamız için uzak diyarlara gidip iyileşmesi için gereken ilacı bulmak. Kardeşlerimizden biri yaşça daha büyük, dolayısıyla da daha güçlü ve cesur. Oyun boyunca birçok atlamalı, zıplamalı, kaçmalı bölüm var ve iki kardeşe aynı anda farklı işler yaptırmamız gereken durumlarla karşılaşıyoruz. Bu anlamda PC platformunda kontrol konusunda sorun yaşamadım diyebilirim. WASD ve sağ ok tuşlarını aynı anda kullanmaya Fahrenheit'tan alışkınım. Fakat oyunun PS3 ve XBox versiyonlarındaki kontrol konusunda bir bilgim yok.

Oyunun bir başka iyi yanı da müzikleri. En az mekanları kadar güzel müzikleri var ve oyun boyunca mekanlara eşlik ediyorlar. Tüm bu artılarının yanında, Brothers'ın eksileri de elbette mevcut. Örnek olarak, bazı bölümlere baştan başlamanızı gerektiren bug'lar verilebilir. İki kardeşi yönlendirirken birbirlerinden çok uzaklaştıramıyorsunuz, panikleyip birbirlerine seslenmeye başlıyorlar. Aslında bu kısım mantıklı, fakat oyunun ilerlemesi için ayrılmaları gereken bazı noktalarda sürekli durup birbirlerine bağırdıkları için yönlendirmek de güç oluyor.

Yine de, oynanışı kolay ve zevkli bir oyun Brothers. Oynanış süresi biraz kısa olsa da, aksiyon macera sevenlerin eğlenceli vakit geçirtecek bir oyun. Özellikle masalımsı mekanları ve müzikleri, sempatik troll'leri sevenler için birebir. Tavsiyedir.

4 Haziran 2013 Salı

Eylem Vakti

Uzun yazamayacağım, tahmin edeceğiniz üzere biraz sonra çıkıp Alsancak'a gideceğimden ve "direnGezi" eylemlerine katılacağımdan dolayı. Ama 31 Mayıs'ta başlayan bu süreç ve yapılan eylemler üzerine birkaç şey söylemeden edemeyeceğim.

Ben şahsım adına yazıyorum bunları. Haftasonu İzmir sınırları içinde olmadığımdan ancak Pazartesi günü eylemlere katılmaya başlayabildim. Fakat olan bitene elbette sosyal medya üzerinden ve eylemleri yayınlayan sayılı Tv kanalı aracılığıyla tanık oldum.

Gezi Parkı'nın sermayeye peşkeş çekilmemesi, bir şehrin insanlarının yaşam alanını savunması ile başlayan eylemleri, İstanbul'da olamasam da gönülden destekledim. Fakat polisin, barışçıl bir şekilde eylem yapan insanlara, normal şartlarda işleri o insanları korumak ve gözetmek iken sergilediği tavır gerçekten akıl alır gibi değildi. Parkta çadır kurup kitap okuyan insanların çadırlarının yakılması, eşyalarına zarar verilmesi ve açıkça polis şiddetine maruz kalması, bu eyleme olan bakış açımı bir anda değiştirdi.

Şimdi Gezi Parkı ve onunla ilgili tüm eylemler, bu ülkede yıllardır bastırılan, kendi içinde fraksiyonlara ayrılmış olan halkın, bir sembolde birleşerek insani haklarının tümünü korumak ve hatta geri almak için verdiği teksesli mücadeledir benim için. Gezi Parkı, AKP hükümetinin ve en başta Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere bu hükümetin ilerigelenlerinin, bu ülkenin insanlarını istedikleri gibi yönetemeyeceklerine dair direniştir benim için. "Diren Gezi parkı", insan olmanın azami ortak olduğu bir harekettir; dünkü eylemlerde gözümle gördüğüm, her tür siyasi düşünceden ve her sınıftan insanın, özgürlüğü için bir araya gelmesidir artık. MHP'liyi, CHP'liyi, sendikalıyı ve sendikaya üye olmayanı, sivil toplum kuruluşu üyelerini ve hiçbir gruba üye olmayanı, inançlıyı inançsızı bir aradaydı dün akşam, ben buna tanık oldum. Atılan sloganların ve bu sloganlar atılırken havaya kaldırılan ellerin yaptığı hareketlerin çeşitliliği, insanların eğer gerçekten isterlerse birlik olabileceğini gösterdi bana.

Evet, bu bir halk hareketidir. Gezi parkı direnişi, bizim neslimizin yalnızca bir grup için değil tüm toplum için insan haklarını, eşitliği, demokrasiyi, refahı savunmasıdır. Bu direniş, doğayı ve yaşam alanlarımızı korumanın yanında, tek adamlı siyasete, halkı yok sayan hükümete, bir polis devleti olmaya, medyanın otokratik kontrolüne hep birlikte karşı durmaktır.

İşte bu yüzden, bir şeyler değişene kadar, diren Türkiye. Şimdi eylem vakti.

İzmir direnişinden görüntüler:

20 Mayıs 2013 Pazartesi

Bilim-Kurgusal ve Fantastik Bağnazlık

Tarih, kurgudur. Kendi yaşam süremiz dahilinde, beş duyu organımızla deneyimleyemediğimiz her şey, bize birileri tarafından anlatılır. Şimdiki zaman için medya bu işlevi sürdürürken, bireysel varoluştan öncesi, yani geçmiş için tarih, bu görevi üstlenir. Gerçekleşmiş olan olayların kayıtları insanlar tarafından, yine insanlar için tutulur. Tabii ki, ulaştırılması gereken her mesaj, bir tür olabildiğince evrensel (ya da en azından dünya üzerindeki bir grup insan tarafından algılanabilecek) yöntem gerektirir. Bu yöntem, dildir. Dil yoluyla tarihçi, gerçekliği işler ve onu diğer insanların anlayabileceği şekle sokar. Doğal olarak tarih, tarihçinin algısıyla işlenmiş şekilde bize ulaşır; yani tarihsel metinler özneldir.

Konu üzerine maalesef Türkçesi bulunmayan Wikipedia makalesi

Yukarıda neden Yeni-Tarihselcilik teorilerinden bahsettiğime gelelim. Gerçekçi bakış açısıyla ele alındığında bile, tarihsel bilgi tam anlamıyla doğru bilgi olarak kabul edilemezken, bir de karşımıza kurgusal tarihin doğruluğu konusunda takıntılı kişiler çıkıyor. Bilim-kurgu, fantezi, korku edebiyatları, okuyucuda alternatif bir gerçeklik algısı yaratmaya çalışırken, elbette ki tarihi eğip bükecek, yaratıcılığı doğrultusunda değiştirerek kullanacaktır. Bunu bir "hata" olarak algılamak, aslında bu janraları tamamen yok saymak demektir. Bu yüzden bazı bilim-kurgu ve fantezi hayranlarının, herhangi bir eserde tarihsel bilgilerin doğruluğu konusuna takılmış olmaları çok garip. Bir nevi "gerçek hayatta zaman yolculuğu yapamıyoruz, böyle bir şey mümkün olmadığından bu konuyla ilgili film/dizi/kitap yapılması da saçmadır" demek oluyor. Kendi sevdiği şeye ihanet etmek gibi biraz, bilim-kurgu ve fantezi edebiyatlarında tarihsel doğruluk aramak.

Merak ediyorsanız, Vlad Tepeş de ölümsüz değildi zaten.

Tabii bunun daha da ileri versiyonlarına günlük hayatımızda rastlıyoruz. Son örnek ise Da Vinci's Demons adlı dizideki Türk karakterin müslüman olmayışı ve uyuşturucu kullanıyor olması ile ilgili haberler. "Ahlaksız dizi" şeklinde bahsedilen Da Vinci's Demons'daki hayali bir karakter, eylemleriyle ilgili sorgulanıyor/yargılanıyor. İlgili habere şuradan ulaşabilirsiniz.

Türkler bir zamanlar şamanist değil miydi yoksa?!

Yani demek istediğim şey aslında, kıssadan hisse; bilim-kurgu ve fantezi hayranları, bari siz şu bağnazlığı yapmayınız. Bitirilmeye ve bastırılmaya çalışılan sanatsal yaratıcılığı, kime ait olduğu belirsiz bir algı aracılığıyla aktarılmış, çoğunluk tarafından kabul edilen tarihsel bilgi uğruna, bir de siz baltalamayınız.

Sevgiler

9 Mayıs 2013 Perşembe

Ölmeden Önce Oynanması Gereken Oyunlar II

İnsanın belki hayatını değiştirmeyen (evet, bir hayatımdeğişti.com değilim) ama hayata bakış açısını bir süreliğine de olsa değiştiren ne çok şey var. Kitap, film, oyun, müzik, dizi, seyahat... İşte tam da bunları düşünüyordum ki, yine benim için klasik olmuş, en azından 2 yılda bir oynadığım bir oyun geldi aklıma ve kurdum: The Longest Journey. Bu oyunla maceramız 2000 yılında yaz tatilindeyken, dayımın bilgisayarında başladı; dayım düzenli olarak Level dergisi alıyordu ve o zamanlar ne bütçemiz, ne de torrent gibi teknolojiler olmadığından, dergiden çıkan CD'lerdeki oyun demolarını, Unreal Tournament ve The Sims'ten kafamızı kaldırdığımız zamanlarda mutlaka oynuyorduk (ve yine Hande, Busem ve ben olmak üzere çoğulduk). The Longest Journey'i ilk oynadığımızda, demo versiyonu olmasına rağmen bizi çok etkiledi; o kadar ki, oyunun demosunu o yaz birkaç kere bitirdim. Şimdi düşünüyorum da, bunun sebebi sanırım başkahraman April Ryan'ın hayattaki amacını arayan genç bir kadın olmasıydı.

April Ryan

April Ryan, ailesiyle ilgili sorunları olan, tek başına yaşayan, zeki, çoğu zaman iğneleyici espriler yapan 19 yaşında bir sanat öğrencisi. Aynı zamanda da parasız bir garson (ilk oynadığım zamanlarda henüz garsonluk yapmamıştım, ama belki de bu mesleğe sıcak bakmamı sağlayan bu karakter olabilir). Kısacası April, bağımsız ve özgür ama aynı zamanda amaçsız. İşte hikayenin özü aslında burada başlıyor; April hayatının en uzun yolculuğuna, her ne kadar farkında olmasa da, önemli bir amaç için çıkıyor: kendini bulmak. Oyun boyunca (ki süresi 40 saat civarında) April'ın kendisini, hayatı ve dünya(lar) düzenini sorgulayışı, oldukça eğlenceli ve gizemli bir hikaye şeklinde sunuluyor. Başkahramanımız, yaşadığı dünyaya (ki bizim dünyamızın gelecekteki oldukça endüstriyelleşmiş bir versiyonu) paralel başka bir dünyanın varolduğunu, ve bu dünyalar arasında geçiş yapabildiğini öğreniyor ve macera başlıyor. Bunu söylerken gerçek bir maceradan bahsediyorum, ejderhaların, büyücülerin, simyacıların ve bunların yanında kaos fırtınasının, saf mantığın dahil olduğu bir macera bu.

April yaşadığımız dünya (Stark) ve paralel evren (Arcadia) arasında geçiş yaptıkça ve hikaye ilerledikçe elbette beni bir macera oyununda en çok eğlendiren kısım da oyuna ekleniyor: Yan karakterler. Özellikle April'ın bir nevi yoldaşı haline gelen konuşan karga "Crow", hala her oynadığımda aynı esprilere tekrar tekrar gülmemi sağlıyor. Bunun yanında Arcadia'da birçok nev-i şahsına münhasır fantastik karakterle tanışıyoruz; oyunun yapımcısı Ragnar Tornquist ve ekibinin yaratıcılıklarını konuşturdukları nokta özellikle burası. Eğlenceli, absürd, hatta kimi zaman duygusal diyaloglara girdiğimiz yan karakterlerin her biri, April'e kimlik arayışında yepyeni perspektifler sunuyor.

The Longest Journey, yine klasik bir point-and-click adventure oyunu; zaman zaman karakterlerden bazı görevler alarak, bazen de ana hikaye doğrultusunda, item kullanarak/birleştirerek ve bulmaca çözerek ilerliyoruz. Senaryo, oyunlara, kitaplara ve filmlere yapılan göndermelerle dolu; bir kitaplıkta Yüzüklerin Efendisi üçlemesine rastlıyor, April'ın oyuncak maymununun adının Constable Guybrush (Monkey Island oyun serisine ithafen) olduğunu öğreniyorsunuz. Diyaloglar da, Star Wars, Star Trek, Monthy Python gibi filmlere yapılan saygı duruşlarıyla dolu. Ayrıca, bir çeşit anti-ütopik dünya olan Stark'ta, hayatım boyunca beni en çok etkileyen antagonistlerden biriyle karşı karşıya geliyoruz; kaosundan tamamen ayrılmış, saf mantık. Hikayenin temelinin dengeye dayanıyor oluşu da, April ve oyuna dair geri kalan her şey arasında büyük bir paralellik yaratıyor. Stark ve Arcadia, kaos ve düzen, sihir ve bilim, rüya ve gerçek arasındaki denge, April'ın kendi karakterini ve hayattaki yerini belirleyişinde etkili oluyor.

Hikayenin detaylarına daha fazla girmeden, burada bitirmek istiyorum bu yazımı (çünkü devam edersem bu oyun hakkında kitap yazarım, o kadar seviyorum). The Longest Journey, bana göre şimdiye kadar yapılmış olan bilgisayar oyunlarının içinde en derin senaryoya sahip olanlardan biri. O yüzden sizi baştan uyarayım; bu, zaman geçirmek için oynanabilecek bir oyun değil. Ama fantastik bir evrende genç bir kadının kendini ve hayatı sorgulayışını eğlenceli bir biçimde deneyimlemek, zeka ve yaratıcılıkla oluşturulmuş hikaye(ler) ve kahramalarla tanışmak, kısacası uzun bir yolculuğa çıkmak isterseniz, The Longest Journey tam size göre.

6 Mayıs 2013 Pazartesi

Ünlülere Dair Bazı Fikirler

* "Model" adlı grubun şarkılarını özellikle dolmuşta seyahat ederken dinlemek zorunda kalıyorum çoğu zaman. Bu grupla ilgili bir şey fark ettim; tam anlamıyla liselilere yönelik şarkılar yapıyorlar. Sözlerine dikkat ederseniz, hep yapılmak istenip de yapılamayan bazı eylemlerden bahsediliyor. Örneğin ölmek istiyor, kendisini terk eden sevgilisine şarkılar yazmak istiyor ama bunlar hep lafta kalıyor. Çünkü bunları yapmaya büyük ihtimalle dershaneden falan zaman bulamıyor. Son dolmuş yolculuğumda bu grubun başka bir şarkısına denk geldim, şöyle diyordu: "Yüzüm, gözüm şişene kadar ağlamak istiyorum/ İçip sabaha kadar bayılmak istiyorum/ Caddelerde dolanıp bağırmak istiyorum...". Ama şarkının kişisi yine eylemsiz, çünkü o bir liseli; ailesi dışarı çıkmasına izin vermiyor, 18 yaş altına içki satışı yasak ve yarın sabah okul var.

Bu da böyle bir model.

* Lars Von Trier'i rahat bırakın. Bir kere bu adam öyle filmler yapıyor ki, öyle arkadaş ortamında "Abi Kubrick yaa, adam olayı çözmüş yaaa" şeklinde konuşamazsınız. Trier'in filmleri oldukça kişisel algılanır ve izleyici üzerinde kalıcı birer his bırakırlar. Bu filmleri arkadaşlarınıza öylece tavsiye edemezsiniz. Çünkü bu filmleri kolayca söze döküp arkadaş ortamında başkasının eseri üzerinden prim yapamaz, karı kız kaldıramazsınız. Bu yüzden bazı insanlar, Trier'i kötüleyerek kendine toplum içinde marjinal bir hava vermeye çalışabiliyor. İşte onlara önerim: Tek bildiğiniz Antichrist ise bu adam hakkında konuşmayı bırakın, zaten kemikleri artık sızlamaktan hissizleşmiş olan Kubrick'inize geri dönün. Ya da birazcık bilgilenmek isterseniz, Trier'in "Riget" serisini izleyin, Norveç-Danimarka ilişkilerini falan araştırın.

Evet, size diyor!

* Bence bu Robert Pattinson'a biraz haksızlık yapılıyor. Hayır yani bayıldığımdan değil de, adam daha genç. Hem Harry Potter ve Ateş Kadehi'nde de oynamıştı, oradaki rolü ne güzeldi. "Twilight"ta senaryoya bayıldığı için mi, yoksa para kazanmak için mi oynadı, bilemiyorum. Ama bir oyuncuyu tek bir rolüyle yargılamak haksızlık olabilir. Evet, Twilight bence de çok kötü bir seri, parlayan vampirler de berbat bir fikir. Yine de Pattinson, internet ortamında bu kadar kişisel aşağılanmayı hak etmiyor bana göre. David Cronenberg de böyle düşünmüş olmalı ki "Cosmopolis" adlı filminde Pattinson'a yer vermiş.

Işınla bizi Skati.

* Son olarak "Star Wars" serisiyle ilgili bir iki şey söylemek istiyorum. Bu filmlerin, özellikle geek'ler ve nerd'ler tarafından bir şekilde sahiplenilmiş olması şöyle bir sonuç doğuruyor; Star Wars'u seviyorsan geek'sin. Halbuki Star Wars filmlerini annem ve babam da dahil olmak üzere birçok insan severek izlemiştir. Yani şu seriyi artık bir rahat bıraksak? Tabii ki herkes sevsin, izlesin ama her geek Star Wars sever diye bir kural olmadığı gibi, 4 Mayıs'ta Star Wars ile ilgili bir şeyler paylaşmak insanı geek yapmaz.

Sevgiler