27 Nisan 2013 Cumartesi

Yeni Takıntım

Hannibal televizyon serisinin bir hayranı tarafından yapılmış harika bir video. Henüz yayınlanmış olan tüm bölümleri izlemediyseniz sizin için SPOILER içerebilir.

Tam anlamıyla büyüleyici.

25 Nisan 2013 Perşembe

Sosyal Medya Ortamında Yapılmaması Gerekenler

Artık herkesin en az bir adet sosyal medya sitesinde hesabı var (sanırım). Dolayısıyla herkes, sanal ortamda bir nevi toplum içine çıkmış oluyor. Nasıl toplum içinde yapılacak davranışların bir etiği varsa, bana göre Facebook, Twitter gibi sitelerde de en azından insanların sinirini bozmamak adına yapılmaması gereken bazı davranışlar var. Eğer arkadaş çevrenize karşı azıcık duyarlıysanız lütfen şunları en aza indirgemeye çalışın:

1. Bir takım çizgi film kahramanlarının ya da düşük çözünürlüklü Powerpoint resimlerinin eşlik ettiği ve komik olduğunu düşündüğünüz bazı sözleri paylaşmayın. Çünkü, doğruyu söylemek gerekirse, komik değiller. Resimli anlatım:

Özellikle cinsiyetlere ve ilişkilere dair stereotip fikirler içeren bu sözleri, mesela gidip karınıza/kocanıza ya da sevgilinize birinci ağızdan söylemeyi deneyin. Ya da, eğer sizi yansıttığını düşünüyorsanız, bunların çıktısını alıp odanıza asın. Siz rahat edin, biz de hem görsel hem de zihinsel açıdan böyle bir işkenceyi yaşamak zorunda kalmayalım.

2. Profil resmini Türk bayrağı yapmak, adının başına T.C. koymak gibi göstermelik bir takım davranışlardan uzak durun ve sanal ortamda memleketi kurtarmanın imkansız olduğunu lütfen anlayın. Elbette ki internet, siyasi ve sosyal aktiviteler için, örneğin bir mitingi duyurmak için etkili bir araç. Fakat hiçkimse Facebook'ta adının başına T.C. ekleyen insan sayısını araştırıp, sonra da "çok tepki aldık, haydi Ziraat Bankası tabelalarına T.C. ibaresini geri koyalım" demiyor. Ayrıca, "Atatürk'ü seven 100 milyon kişi arıyoruz" grubu aradığını bulsa bile, sokağa çıkıp eyleme geçmedikçe onca beğeninin hiçbir anlamı kalmıyor. Lütfen siyasi görüşünüz doğrultusunda gerçek hayatta bir eyleme geçmeye çalışın.

3. Okuyup araştırmadan yanlış bilgi paylaşmayın. Bu hem sizin sanal medya okurlarınıza rezil olmanıza sebep olur, hem de tıpkı sizin gibi, Facebook'ta okuduğu her şeye inanan insanların yanlış bilgilendirilmesine yol açar. Bir örneğini çok yakın bir tarihte görmüş, hatta beğenmiş olabilirsiniz:

devamı şuradan

Bu paylaşım, tarihi Paganizme kadar uzanan 1 Nisanla ilgili sahte bilgi yayıyor örneğin. Gitgide birçok insan tarafından kabul görüp doğru gibi algılanan saçmalıkları yaymak istemezsiniz değil mi? O halde lütfen bir paylaşım yapmadan önce okuyalım, araştıralım.

4. Yiyeceğiniz/yemekte olduğunuz yemeğin ya da sofranın ta kendisinin fotoğrafını lütfen paylaşmayın. "Yediğin, içtiğin sana kalsın, gördüklerini anlat" diye bir laf vardır, bir de "Olan var, olmayan var" diye. Ayrıca bu eylemin neden yapıldığını anlayabilmiş değilim. İletinize "Çok güzel şeyler yiyorum ben ya" yazmakla aynı şey aslında. Bir de, serpme kahvaltı fotoğrafı görmekten gına geldi.

5. Anneler, babalar, yeğeni olanlar. Evet, o bebek size göre çok güzel, çok muhteşem bir varlık, ve böyle hissetmeniz normal. Ama eğer diğer insanların, çocuğunuzun uyku, mama ve bez değiştirme saatlerine ilgi duyduğunu düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz. 3 dakikada bir paylaştığınız bebek fotoğrafları belki de bazı insanlar tarafından antipatik olarak algılanıyor olabilir. Tabii ki her insan hayatındaki önemli şeyleri paylaşmak isteyebilir, ama bunun bir dozu olmalı. Bebeğine Facebook hesabı açanlara hiç değinmeyeceğim bile. Hiç olmazsa şunu düşünün, nazar falan değer belki?

6. Yukarıdakiler kadar sinir bozucu olmasa da, anlayamadığım diğer bir konu da sürekli bir yerlerde "check-in" yapan insanlar. O kadar ki, "babaannemin cenazesine gidiyorum-at Adnan Menderes Airport" diye bir ileti görmüş bir insanım. Sosyoloji tezine konu arayanlara sesleniyorum, bu konuya bir el atabilir misiniz acaba? C-c-c-combo breaker-r-r:

7. Lütfen imla kurallarına uymaya, bilmiyorsak da onları öğrenmeye çalışalım. "Dahi" anlamındaki "de" ayrı yazılır, fakat hal eki "de" birleşik yazılır, soru ekleri "mi", "misin" ayrı yazılır, bağlaç olan "ki" ayrı yazılır, iyelik eki olan "ki" ise birleşik yazılır, vs. Bunları akılda tutmak çok da zor olmasa gerek. İşin ilginç tarafı ise bu hataların ulusalcı paylaşımlarda da bulunması. Madem ülkenizi bu kadar çok seviyorsunuz, bari anadilinizi iyi kullanın.

16 Nisan 2013 Salı

Ölmeden Önce Oynanması Gereken Oyunlar I

Neredeyse okuma-yazmayı öğrendiğimden beri (bir nevi kendimi bildim bileli) bilgisayar oyunlarının içindeyim. 1991 yazında babam, arabasının bagajından Commodore-64'ü çıkardığında başlayan bu "hobi", benim için en keyifli zaman değerlendirme aracına dönüştü. Zamanla bu hobiyi kendime göre özelleştirerek, en sevdiğim oyun genre'sını belirledim: Point-and-click Adventures. Aksiyon ya da strateji oyunlarını sevmediğimi sanmayın, ama Türkçeye "macera oyunu" olarak geçen bu türün örnekleri tıpkı kitaplar gibidir. İyi senaryoların hayranı olduğumdan mıdır bilmem, hikaye odaklı bu oyun türü bana farklı evrenlerin kapılarını açıyormuş gibi gelir her zaman. Havada yürür gibi, bambaşka bir karaktere bürünüp bambaşka bir hayat yaşarım birkaç saatliğine. Tabii ki bu çılgınlığın bir başlangıç noktası var. Sanırım 90'lı yılların sonuydu, kuzenim Hande'nin odasında, Playstation II'nin başında üç kişi oturmuş (Hande, kardeşim Busem ve ben) ilk defa gördüğümüz türden bir oyunu yarım yamalak İngilizcelerimizle çözmeye çalışıyorduk. "Broken Sword: The Shadow of the Templars" böylelikle hayatıma girmiş oldu.

İyi bir diyalog takibi gerektiren oyunu o sene bitiremedik! Evet, saatlerce, günlerce oynadık ama hep aynı yerlerde dönüp duruyorduk. Ancak birkaç yıl sonra, internet hayatlarımıza yerleştiğinde ve DLH.net adlı oyun çözümü sitesinden haberdar olduğumuzda, oyunda ufacık bir nesneyi almayı fark etmediğimizi anlayabildik. Kısacası, bu oyunu yıllar boyunca oynamış olduk.

Oyunun genelinde tatil için Paris'e gelmiş olan ve kendini birdenbire dev bir gizemin içinde bulan Amerikalı turist George Stobbart'ı kontrol ediyoruz. Senaryo, tapınak şövalyeleriyle ilgili bir komplo teorisi üzerine kurulmuş, ve bizim zengin Amerikalı George'umuz bu gizemi çözmekte ısrarcı. Gazeteci "French belle" Nicole Collard'la tanışmalarının ardından, tansiyonun gitgide yükseldiği bu maceraya birlikte atılıyorlar. Bunların yanında, oyun süresince birkaç farklı ülkeye gidiyoruz: İrlanda, Suriye ve İskoçya. Ayrıca, diyaloğa girdikleri benzersiz karakterler bana göre oyunun en eğlenceli kısmını oluşturuyor. Psişik güçlere inanan başkomiser, her dili konuşabilen Suriyeli çocuk ve sinirli kebapçı gibi karakterler bunlardan birkaçı.

Objeleri yerinde kullanma üzerine kurulu gameplay ise macera oyunu tarihindeki en iyilerden. Senaryo ilerledikçe, rastgele topladığımız objeler öyle bulmacaları çözmeye yarıyor ki, bir süre sonra bu absürd fikirlere gülmeye başlıyorsunuz (özellikle oyunun sonundaki bulmacadaki objelere Hande'yle birlikte inanamamıştık). Kısaca özetlemek gerekirse, bu oyun bir klasik. Yalnızca benim için değil, Adventure Gamers 'tan aldığı 5 yıldızla da, oyun tarihinin en iyilerinden olduğunu kanıtlıyor. Belki daha önce hiç oynamamış birine günümüz teknolojisine kıyasla 5 pikselden oluşuyor gibi görünebilir, ama akıcı senaryosu ve renkli karakterleriyle Broken Sword: The Shadow of the Templars kesinlikle ölmeden önce oynanması gereken oyunlardan.

15 Nisan 2013 Pazartesi

Dr. Lecter Televizyonda!

Dizi izlemeyi severim; yaşadığımız anın içinde filmlere kıyasla daha canlı, daha taze kalır diziler. Belirli bir sürenin sonunda, dizi karakterlerini ailenizden biri gibi görmeye başlayabilirsiniz. Tıpkı benim 5 sezon boyunca Fringe karakterlerine alışmam gibi. Evet, kabul ediyorum ki Fringe'in son sezonlarında (özellikle 4. sezonda) zaman geçsin diye çekilmiş bölümler mevcuttu; yine de Walter Bishop bana göre dedemdi ve dizi biterken çok üzüldüm. Ayrıca, Özenç'le birlikte takip ettiğimiz ilk dizi olma özelliğini de taşıdığından, benim için yeri diğer dizilerden farklıydı. Melankolimi bir tarafa bırakacak olursam, Fringe bittiğinden beri beni gerçekten etkileyen bir diziyle karşılaşmamıştım. Ta ki "Hannibal" TV'deki yerini alana kadar.

Öncelikle, oyuncu kadrosu gerçekten çok iyi bir iş çıkarıyor. Bana göre başrolde iki oyuncu var; Hugh Dancy (Special Agent Will Graham) ve Mads Mikkelsen (Dr. Hannibal Lecter) rollerinde gerçekten kendinizi hikayeye kaptırmanızı sağlayacak kadar iyiler. Bu iki muhteşem oyuncunun yanında, yardımcı rolde öne çıkan Laurence Fishburne ve ilk iki bölümde henüz göremediğim ama heyecanla beklediğim Gillian Anderson da mevcut. Tabii ki, senaryo iyi olmadıkça oyuncuların pek bir önemi kalmaz; "The Following" faciasında olduğu gibi. Ama bu dizinin en güçlü iki yanından biri senaryosu, diğeriyse görselliği.

Şimdi iki bölümde bu dizinin (en azından bana göre) kült olacağını nereden anladığıma gelelim. Klasik "Kuzuların Sessizliği" ve "Hannibal"'ı izlemiş olanlar bilirler, bu filmler uzun diyaloglar ve tüm karakterlerin birbirini sorgulaması üzerine kurulmuştur. Örneğin Dr. Lecter ve Clarice Starling her görüşmelerinde karşılıklı olarak birbirlerinin psikolojik gerekçelerini ve dürtülerini sorgularlar. Dizi versiyonunda ise aynı ilişkiyi hemcins olmalarına rağmen Dr. Lecter ve Özel Ajan Will Graham arasında görüyoruz. Bir yandan bu karmaşık psikolojileri analiz etmeye çalışırken, diğer yandan Will Graham'ın gördüğü rüyalar ve imgelemlerle oldukça sıradışı bir görsel anlatıma şahit oluyoruz. Çünkü, "Red Dragon"'da da görebileceğimiz Will Graham karakteri, dizide oldukça dengesiz -ve hatta deli- bir eski FBI ajanı. Bu noktada, sıradışı görsellik ve benzersiz fikirlerin dizinin tümüne hakim olduğunu da belirteyim:

Bu sahnede, "evet," dedim, "işte hayatım boyunca düşünsem aklıma gelmeyecek bir fikir". Daha fazla spoiler vermeden önce kendimi durdurmam gerektiğine inanıyor ve "Hannibal" TV serisine ait bir fragmanla yazımı sonlandırıyorum:

Dikkat! Spoiler içerir!

Bu bir kendini açıklamadır:

Genel olarak "diğerlerinin onaylamadığı" türden bir hayat sürüyor olabilirim. Örneğin sabit maaşlı bir işte çalışmıyorum, çocuk sahibi olmayı düşünmüyorum. Belki bilgisayar başında çok fazla zaman geçiriyorum. Ama ben yaşadığım hayattan memnunum. Bana göre her şey öğrenmekten ibarettir; 60 yaşıma kadar, haftanın 6 günü, yalnızca kalan 1 gün için, ya da yıllık izin denilen 1 hafta için bifiil çalışmak, kendi ömrümü çalmaktan başka bir şey değildir (Bunu tercih eden arkadaşları tenzih ederim). Evet, beni ve bazı konulardaki pasifliğimi içten içe eleştiriyor olabilirsiniz. Fakat insan olmak, çok daha derin, çok daha önemli eylemler gerektirir. Bedenimi geride bıraktığımda, kendimi anlayabilmiş olmayı diliyorum, hepsi bu, ve hayatımı bu doğrultuda yaşıyorum. Mutluyum. Bütün gece video oyunları oynayabilmek beni mutlu ediyor. Elbette benim de "deadline"larım oluyor kimi zaman, ama kendime ayırdığım zaman bütün zorlukları telafi edebilecek nitelikte.

Bu blog'da kendime ayırdığım zamanın küçük bir kısmını paylaşmayı, daha da önemlisi kendim için bir kayıt defteri tutmayı amaçlıyorum. Umarım hayatta bize keyif veren nadir şeyleri birkaç kişiyle de olsa paylaşabilirim.

Sevgiler