22 Ocak 2014 Çarşamba

Yılmak ya da Yılmamak

Tamamen içimi dökme amaçlı bu yazıyı, oldukça nahoş bir ruh haliyle yazdığımı belirtmek isterim. Canı sıkılsın istemeyenlere tavsiye etmiyorum.

İngiliz Dili ve Edebiyatı mezunuyum. Halk dilinde bilin(mey)en adıyla filolog. Aslında, Türk Dil Kurumu'na göre "dil bilimci" anlamına gelen bu kavramla da yakinen tanışıyor olsam da, aslında filolojiden çok edebiyat eleştirmenliğini öğrendim üniversite hayatımda. Bana bir roman, öykü ya da şiir getirirseniz, o metni birçok farklı bakış açısıyla ele alabilir, üzerine makaleler yazabilirim. Lisede de İngilizce bölümünde öğrenim gördüğümden, yabancı dil haricinde herhangi bir yeteneğim ya da mesleğim yok.

Parasal sistemden hoşlanmıyorum ve bu ülkenin toplumunun her kavram gibi otorite kavramını da suistimal ettiğini düşünüyorum. Bu sebeplerle, özel şirketlerde birtakım geri zekalıların otorite zannederek yaptıkları davranışlara katlanarak, bunun karşılığında para almak istemiyorum. Ayrıca, ilginç ve ütopiktir ki, üzerine eğitim gördüğüm işi, yani kendi işimi yapmak istiyorum; akademisyen olmak. Üniversitelere akademisyen yetiştirme amacıyla kurulan Fen/Edebiyat fakültelerinin bir mağduru sayıyorum kendimi. Çünkü, mezun olduğumdan beri kendi işimi yapmak için denediğim yolların tümü başarısızlıkla sonuçlandı.

Af öğrencisiydim, fakat okulu zor bitiren bir insan değildim. Ayrıca, bölümümüzde önceden af öğrencisi olan akademisyenler vardı ve bu durum beni umutlandırıyordu. Böylece, mezun olduğum bölüme yüksek lisans başvurusu yaptım. Yüksek lisans mülakatına girdiğimde heyecandan patlayacak gibiydim ama korktuğum olmadı (keşke olsaydı). 5 dakikalık mülakatın 4 dakikası, hali hazırda tanıdığım akademisyenlerle çay saatindeymişçesine muhabbet ederek, kalan son saniyeler ise başvuru amacımı anlatarak geçti. Hatta (nedense) jürideki hocalardan bir tanesi, afla okula dönmeden önceki, aklımın bir karış havada olduğu günleri anmak istedi. Andık, (gülüşmeler, görüşürüz hocamlar). Sonrası; 87 ALES, 92 ÜDS ve 3.30 ortalama ile yüksek lisansa kabul edilmedim. Üstelik, mülakat notları açıklanmadı bile. "İçimizde kalmadı", "olsun", "bir daha deneriz", "hayırlıysa olsun" gibi teselli cümlelerini sıralayarak başka yollar aramaya başladım. Bunlardan biri de ÖYP idi.

ÖYP (Öğretim Üyesi Yetiştirme Programı), ALES, yabancı dil ve mezuniyet notunun belirli ölçülerde ortalamasının alınmasıyla, üniversitelere YÖK tarafından atandığınız bir program. Atanırsanız, 300.000 tl civarında bir senet imzalıyorsunuz, size kesin olarak sahip olduklarını garantiliyorlar. Elbette, atanma şansınız oldukça düşük. Yüksek lisans yapmamış İngiliz Dili ve Edebiyatı mezunları için, bir atamada 10 civarı kişi programı kazanabiliyor. Kazanabilmenin şartı ise %50'lik oranıyla ağır basan ALES. Belki bilmeyenler vardır, ALES'e benim gibi sözel puan için girenler de, hiç gereği olmadığı halde, matematik çözmek zorundadır. Matematik dersini en son 90'lı yılların sonlarında, lisede gören biri için (bkz. ben), ALES'ten 90+ almak imkansıza yakındır. Zaten İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünde akademik kariyer yapmak isteyen kişinin, neden matematik sınavına tabi tutulduğunu hala anlayabilmiş değilim. Her neyse. Mezun olduğum günden beri, birçok kez ÖYP'ye başvurdum ve Kasım ayında yaptığım başvurunun sonucuna baktığımda inanamadım, Güneydoğu Anadolu'daki bir üniversiteyi kazanmış görünüyordum! Tabii ki kutlamalar hemen başladı, aile efradı, arkadaşlar, yakınlar, herkes çok sevindi. Sanki birdenbire şansım dönmüş, hayatım kurtulmuş, bütün dünya güzelleşmişti. Sevgilim eve geldiğinde, iki saat kadar dans ettiğimizi hatırlıyorum. Sonuç sayfasını jpeg olarak kaydedip, bilgisayarıma duvar kağıdı yaptık, o kadar sevinçliydik. Başvuru gününe kadar, gereken belgeleri topladım ve hayatımda ilk defa ülkenin Güneydoğusuna doğru yola çıktım. Şehri çok sempatik görüyordum, kampüs de o kadar güzeldi ki! "Ne olacak ki, yükseğimi, doktoramı yapar, gelir burada çalışırım; hem belki severiz burada yaşamayı, kalırız, bu üniversiteler de gelişmeli" gibi düşüncelerle ÖYP komisyonu binasını buldum. İşlemlerin yapılacağı odaya girdiğimde, yetkilinin bana ilk sorduğu şey "Yüksek lisans şartını yerine getiriyorsunuz, değil mi?" oldu. Kafasından aşağı kaynar sular dökülmek deyiminin tam olarak ne demek olduğunu orada öğrendim. Bunca yıldır kağıt üzerinde olsun, internet ortamında olsun, defalarca ve dikkatle başvuru yapan ben, yüksek lisans şartı bulunduğunu görmemiştim. Başvuruyu yaptığım sırada yanımda oturan sevgilim de görmemişti. Zaten ÖYP sistemi öyle berbattı ki, herhangi bir şeyin görülebileceğini hiç sanmıyorum. İşin ilginç tarafı, bu haberi aldıktan iki dakika sonra, aynı üniversitede, aynı odanın içinde benimle aynı durumda olan biriyle karşılaştım. Bu arkadaştan, "sistem suistimal edilmesin diye", beyana dayalı şartları taşımaksızın kazanan kişilerin puanlarının, bir yıl boyunca %10 kesintiye uğradığını öğrendim. Sonrası malum, üzüntü. Üzüntünün yanında, "kendimle ne yapacağım" düşüncesi. Başarılı bir öğrenim hayatından sonra üst üste, tekrar tekrar başarısız olmanın getirdiği kırgınlık durumu.

Yıldım.

Bundan sonra ne yaparım bilmiyorum. Yirmili yaşları ardımda bıraktım, özgeçmişimde ise garsonluk ve resepsiyon görevliliği haricinde herhangi bir deneyim yok. Yıllardır çevirmenlik yapıyorum, herhangi bir sosyal güvencem yok. Para kazanmak için yüksek lisans tezi yazıyorum, tezini yazdığım kişiler yüksek lisans mezunu oluyorlar ve ben olamıyorum. Çünkü, yüksek lisansa girebilmek için 5 dakikada insanüstü bir performansla adeta bir bilgi şelalesi akıtmam gerekiyor. Çünkü, af öğrencisi oluşumdan hoşlanmadığı için derslerinden düşük not aldığım hocalarım vardı. Çünkü, devletin her sistemi gibi kurduğu internet siteleri de boktan. Çünkü, ÖYP'yi kazanabilmek için olmayan maddi gücümle dershaneye gidip hiç gereği yokken matematik öğrenmem gerekiyor. Çünkü, formasyon alıp öğretmen olmak zorundayım. Çünkü, ayda 400 lira maaşla dershanelerde çalışıp, ölmeden sürünmeliyim. Çünkü, işimi yapmam imkansız. Öğrencilerin, profesörler yerine YDS sınavına girdiği, akademisyenlerin döner sermaye peşinde koştuğu, sınav kağıtlarını okumadan değerlendirme yaptığı, üniversite dersliklerinde lise mantığıyla "ders anlattığı", "torpil" kavramının varolduğu sistemin akademisyenliği sanırım bana göre değil. (Bu sistem içerisinde yer alan değerli birkaç hocamı ve arkadaşımı tenzih ederim.)

Yılmadım.

Ne olursa olsun formasyon alıp öğretmen olmayacak, dış ticaret departmanında çalışmayacak, herhangi bir mülakatta kendimi acındırmayacak veya kimsenin kıçını yalamayacağım. Sinir hastası olmaktan, sevmediğim işleri hakkını vermeden yapmaktansa, azla yetinmeyi öğreneceğim. Okullarınıza daha fazla sayıda sahte yüksek lisans mezunu kazandırmayı da hobi edineceğim. Bu da benim bir nevi intikamım olsun. Bir alıntıyla bitirmek istiyorum. Madem artık "herkes İngilizce biliyor", çeviriye gerek görmüyorum.

“The whole educational and professional training system is a very elaborate filter, which just weeds out people who are too independent, and who think for themselves, and who don't know how to be submissive, and so on -- because they're dysfunctional to the institutions.” - Noam Chomsky

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder